Pazar, Temmuz 26, 2009

Neither Pesimist Nor Sosyolog

Evet aynen öyle. Etrafımdaki şeyleri değerlendirmek için sosyolog olmaya gerek yok. Gördüklerimin sonunda vardığım yargı da beni bir pesimist yapmaz elbet. Zaten tanıyanlar bilir beni, ben ne optimist ne pesimist, ne feminist hatta nihilist bile değilim. Ve ilk defa bir yazının da konusu “ben” değilim, “biz”.

Sağıma soluma baktığımda gördüğüm manzara, yani gerçekten bakmaktan bahsediyorum – bir sosyolog edasıyla inceleyip filozofmuş gibi atıp tutmak – oldukça düşündürücü, hatta ben gibi kendinden başka şeyleri düşünmemeye meyilli bir beşer için bile. O yüzden dedim ki kendime, bu sefer gördüklerimi yazayım.

Bugün pazara gittim mesela. Kavunu çok sevdiğimden bahsetmiş miydim size? ( konu “ben” değildim değil mi J ) Kavun almayı sona bıraktım, assolist hesabı. Hani o bir rituel gerektiriyormuş gibi. Bir tezgah dolusu kavun ve onu satmak gibi bir derdi olmayan satıcısının yanına gittim. “Bana bir kavun, lütfen – yok iki alayım” Ben elimi bile atmadan ( anlarım kavundan aslında, hem de insandan anladığımdan çok daha fazla ) o iki tane seçti bir torbaya koydu, uzattı. Sonra sessizce tezgahın önüne geldi. Üstüme üstüme yürüyerek kısık sesle: “Karpuz da ister misin?” “Yok teşekkür ederim” “Çok güzel ama bak az kaldı Kemalpaşa bunlar” “Öyledir elbet ama taşıyamam şimdi” Adam tatmin olmuyor. Sanıyorum karpuz gerçekten çok güzel ve benim ne kadar iyi bir insan olduğumu hissetti, beni o zevkten mahrum bırakmak istemiyor. Bir adım daha atıyor, artık kendisiyle epey samimiyiz. Sesi zor duyuluyor şimdi. Sanki kimsenin duymasını istemiyor: “Al bu karpuzu dedim, çok güzel” “Sağolun ama taşıyamam dedim, haftaya artık” Olay yerinden ayrılmak istiyorum, çünkü sanırım az sonra bileğime yapışacak ve ben sonsuza dek orada kalacağım. “Haftaya söz, gerçekten” Adam hiçbir şey demiyor, kıpırtısız duruyor. Uzaklaşıyorum. Ben tuhafım tamam, ama sanırım artık herkese bir şeyler oluyor.

Bisiklet elimde ilerliyorum. Pazar kurulan yerde bisiklete binmek mümkün değil elbette. Yaş ortalamasının 70 olduğu bir yerde zaten herhangi bir kent sakiniyle tartışmak istemezsiniz, emin olun. Pazarın çıkışında bisiklete biniyorum, tam ilerleyecekken benim gösterdiğim hassasiyetin yanından geçmemiş olacak, bir motosikletli arkadaş çat diye pazar yoluna dönüyor. Haliyle önüme çıkıyor, haliyle nerdeyse çarpıyor. Alelacele müziği çıkarıyorum kulağımdan: “Pardon bakar mısınız ya… hey… heeeeeeeeeeey” Adam bakmıyor. Zaten bakacak bir hassasiyet sahibi olsa o şekilde o yola girmezdi diye düşünüyorum. Üstüme sürülen araçtan mı, sahibi tarafından iplenmemekten mi bilemiyorum, sinirim bozuluyor. Zaten sinirlerim bozulmaya meyilli. ( Biliyorum konu ben değilim ) İlerliyorum

İlerleyemiyorum. Bugün bir kez daha anladım ki trafikteki en zararsız şey arabalar. Çocuk puseti kullanan anneler de ehliyet almalı. Zira, sahilde önemli bir trafik canavarına dönüşebiliyorlar. Yaşlı teyzelerin üç tekerlekli bisikletleri kapladıkları hacim bakımından “tır” statüsünde değerlendirilmeli. Laf atmak için arabalarını insanın üstüne süren delikanlı arkadaşlarımızın arabaları çizilmeli, hatta indirilip kendileri de çizilmeli. “Çocuk” deyip geçemiyorum kusura bakmayın, oradan buradan fırlayan çocuklara tasma takılmalı. ( tasma denen şeye tepki vermeyelim nitekim çocuk tasmaları var ve güvenlik sebebiyle özellikle yurtdışında gayet yaygın olarak kullanılmakta ve ben bu uzun açıklamayı alıngan anneler için değil kendisi de o tasmalardan kullanmış olan yazar için yapıyorum. Ne olmuş yani, İstanbul’da yaşayıp annenizin elini tutmayı reddederseniz, takarlar J ) Trafik denen bisiklet, motosiklet, insan, puset ve bol sayıda veletten oluşan şey insanı tek başına bir pesimist yapmaya yeter.

Deniz kenarında gördüklerim, duyduklarım başlı başına bir yazı teşkil edebilir ama gene de bahsetmeden geçemeyeceğim. Yaşadığım yer bir tatil mekanı. Yaz geldiğinde nüfus ortalama on katı artıyor. Denize sabah saatlerinde gitmeyi tercih ediyorum. ( ve kesinlikle kendimden bahsetmiyorum ) Etrafım insan dolu. Önce her günkü basmakalıp muhabbet: bugün deniz nasıl komşum? Ne de olsa Marmara denizi bu, adım atmadan önce iyice bir incelemek lazım zira kendi pisliğinizde yüzmeniz kuvvetle muhtemel. Hava ve rüzgarı denk getirirseniz gerçekten güzel bir denizde yüzersiniz. Tam mutlu mutlu yüzmek üzeresiniz, yandaki grup diğer taraftaki grup hakkında konuşmaya başlar. En önemli gündem maddesi her zaman oturdukları yerden farklı bir yere oturmuş olmalarıdır. Nedeni tartışılır. Herkesin koordinatları bellidir, başka yerde güneşlenmek caiz değildir. Hatta sırf bu yüzden çıkan tartışmaları da gördüm, biliyorum.

Bakkalım bile düşünmeye sevk ediyor beni. Az önce – ki epey geç bir saat – eve gelirken dondurma alasım geldi. Gelmez olaydı. Nitekim, bir adet dondurma seçtim. Dedim bundan istiyorum. Önce bir alternatif üretti, kabul etmedim. Israrla dedim “o mutlu son” olandan istiyorum. ( mutlu sonu olan dondurma da külahının dibi çikolata dolu olan yani daha derin bir anlam yok ) Adam sıkıntıyla dondurmaları karıştırırken bir anda yüzüme baktı: “Sonu mutlulukla biten ne var hayatta?”

Teşekkür ediyorum Saim ağabeycim. Geçekten sağol. Tüm gördüklerimin üstüne bu saatte ihtiyacım olan tek şey pesimist bir bakkal.

Oysa ben ne sosyoloğum ne pesimist. Sadece gördüklerime bakınca bazen – yok bazen değil genellikle – insanların gitgide daha kaba, daha huzursuz, daha huysuz ya da daha tahammülsüz olduğunu düşünüyorum. O yüzden de yazının konusunu biraz değiştiriyorum. Bu yazı “biz” değil, umarım “siz” de değil; sadece “onlar” hakkında. Biz bu kadar huysuzlaşmış olamayız.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

haha yorumlara bak :P

Sen ben-biz arasında kıvranırken, ben biraz eğlendim yazını okurken kusura bakma :)

Yorum Gönder

 


. © 2008. Design by: Pocket